Dergi Detay

Dergi Resmi

Dil ve Edebiyat (111. Sayı)

Rumî’nin Külahı, Marks’ın Takkesi
Üzeyir İlbak

İnsan iradeyle yani tercihte bulunma vasfıyla donatılarak
yeryüzüne halife kılınmıştır. “Gerçek şu ki, Biz akıl ve
irade emanetini göklere, yere ve dağlara sunmuştuk; ama
sorumluluğundan korktukları için onu yüklenmeyi reddettiler.
O emaneti insan üstlendi; zaten o, daima haksızlığa
ve akılsızlığa son derece meyyal biridir.” [Kuran/33:72]
Türkiye Müslümanlarının bilgi ve düşünce ikliminden
beslenmeye meyilleri yoktur. Bilmeden, bilmenin şehvetine
kapılanlar inandıklarını sandıkları kitabın tecessüsü
yasaklayan ve duydukları gevezelikleri araştırmamalarını
öğütleyen hükümlerini unuttular.
Mevlana unvanıyla ulu addedilen Rumî’nin dönerken
külahının [destar bağlanmış sikkesinin] yerde oluşturduğu
helezonik gölgelerden cezbeye kapılanlar; Marks’ın
kipasının/takkesinin örttüğü kafayı kullanarak-aklederek
ürettiklerine ilgi göstermemektedir [Marks meselin sembol
ismidir].
Rumi’yi Mevlana edinenlere dokunulmazlık atfedildiğinden
onlara dokunana hep birlikte dokunma yarışına
girerler.
Ruhban iktidar için hurafe, ekonomi kadar yararlıdır ve
akıl etmek, tefekkür etmek, düşünmek… zararlı fiillerdendir.
Bu anlayışa sahip çevreler insanları mantık, bilim-bilgi ve
felsefeden uzak tutmak için hurafelere-rüya ve menkıbelere
inanmaya teşvik ederler. Bütün söylem ve söylevleri
günahkârlık ve caza üzerine kuran dindarlık anlayışının kaynaklarına
vahiy üzerinden bakmanın vakti gelmedi mi?
İslam ilk günah fikrini ortadan kaldırarak bireyin
irade-tercih niteliğini öne çıkardı ve bireysel sorumluluk
düzeyini vahiyle belirledi. Bireyin aracılık kurumu (kilise-
dergâh-çilehane …/papaz, efendi, şeyh, ermiş…) üzerinden
arınma-iyi kul olma-bağışlanma-cennetlik olma…
fikri Müslüman olmanın şartlarından değil.
Okur-yazarlığı, ilim ve bilgiyi önceleyenlerin aksine kutsal
mekânları merkeze alarak ve birilerini o mekânlarla özdeşleştirerek
kurdukları özel ilişki ile gerçekliği ve geçerliliği
olmayan yeni inanma kültü Müslümanlığın yerine ikame edildi.
Allah’la birey/kul arasına konulan ve inanılan aracı-varlık,
dince bâtıldır. Ermişlik kültü üzerinden dindarlık tanımı yapmanın
Müslümanlara verdiği zarar göz yumulamayacak kadar
önem arz eder. “Gizli bilgiler elde etmekle uğraşanlar
onu[nla ilgili olarak ne yapılması gerektiğini] mutlaka bilirlerdi.
Ama Allah’ın size lütfu ve rahmeti sayesinde aranızdan
çok az kimse Şeytan’ın ardına takılmıştır.” [Kuran/4:83]
“Siz ey imana ermiş olanlar! Sımsıkı sarılın Allah’a ve Peygamber’e
olan inancınıza ve O’nun Peygamberine safha safha
indirdiği ilahî kelâma ve daha önce indirdiği vahye: Zira Allah’ı,
meleklerini, vahiyleri, peygamberleri ve Ahiret Günü’nü inkar
eden, gerçekten şiddetli bir sapıklığa düşmüştür.” [Kuran/4:136]
Geleneğe yaslanan Müslüman toplumlar, Kuran’ın tehlikeli
bir kabul biçimi olarak nitelediği ataerkil anlayışta
ısrar ediyorlar. “Atalarımızdan gördüğümüz inançlar ve fiiller
bizim için kâfidir” diye cevap verirler. Ya ataları hiçbir
şey bilmeyen ve doğru yoldan uzak kimseler idiyseler de
mi?” [Kuran/5:104]. Dindar çevrelerin İslam adına tekrar
tekrar topluma dayattığı dinî söylemlerin kaynakları miladi
XI. yüzyılda “içtihadın kapısı kapatılarak” dondurulan
ve o tarih itibarıyla biriktirilen kutsanmış ve çoğu temel
kaynaklarla teyide muhtaç metinlerden oluşmaktadır.
Bu metinler sınırlı ve tanımlı döneme özel metinler olup
(mezhep, tarikat ve şeyh merkezli fırkaların) artık günümüz
meselelerine de cevap vermekten uzaktır.
Burada temel endişe Hristiyan toplumların dindar önder
ve otoritelerinin kiliseye dayanarak inananlarına kendi
heva ve heveslerini din olarak dayatmalarıydı. Bu dayatmaları
dine mal eden kimi çevreler dini, toplum hayatından
toptan çıkarmayı teklif etti; bu yeni üretilmiş uydurmaları
din kabul edenler de dinsi bir hayatı dindarlık olarak yaşamaya
devam etti. Müslümanlar bugün bu ikilemle yüz
yüzedir ve tehlike büyük benzerlik arz etmektedir. Vahyin
özünden uzaklaşan dindar çevreler şekli görünürlüklerle
‘cennetle müjdelendiğini, rüyalarında gördükleri peygamberin
efendilerine benzediğini, müritlerinin ruhlarını hesap
günü, ‘hesap gününün sahibine’ hesap vermeden kibrit
kutularında sırattan geçireceklerini…’ kürsülerden ilan etmekten
kaçınmamaktadır. Bu durum Müslümanların dindarlaşmanın
sosyolojisi üzerine düşünmelerini ve yeniden
Müslüman olmalarını gerektirmektedir.
Dinin temel dayanağı olan iman ve fıtratın gereğini
öteleyerek aklımızı birilerine emanet etmeden Müslüman
olmakla mükellef kılındık. Aklı emanet ettiğimiz an mükellefiyetin/
sorumluluğun bittiği andır. “Ve sonra onların
ardından öteki elçilerimizi gönderdik ve zaman içinde arkalarından
kendisine İncil verdiğimiz Meryem oğlu İsa’yı
gönderdik; O’na [sadık bir şekilde] uyanların kalplerine
şefkat ve merhamet yerleştirdik. Ruhbanca riyazete gelince,
biz onlara bunu emretmedik: Allah’ın rızasını kazanmak
arzusuyla onu kendileri uydurdu. Ama sonra ona, [her
zaman,] gerektiği gibi uymadılar: Böylece Biz, [gerçekten]
iman etmiş olanlara karşılığını verdik, ama onların çoğu
yoldan çıkmışlardı.” [Kuran/57:27] Yaşadığımız çağda Müslümanlar
yeni bir dil kurmak ve Müslümanlıkla dindarlık
arasındaki tercihlerini netleştirmek zorundadır.