Dil ve Edebiyat (112. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
İslam Deklarasyonu
Üzeyir İlbak
“Müslüman dünyasında muhafazakâr düşüncesinin,
tek olmasa da en büyük temsilcileri şeyh ve hocalar
kesimidir. Onlar, İslam’ın “İslam’da ruhbaniyet
yoktur” şeklindeki açık düsturuna rağmen, kendilerini
ayrı bir sınıf gibi organize ettiler ve İslam’ın yorumlanmasını
tekellerine alarak kendilerini Kur’an-ı Kerim
ile insanlar arasında aracı olarak konumlandırdılar.
Din adamı olarak onlar ilahiyatçıdırlar, ilahiyatçı olarak
onlar dogmatiktirler ve din bir defa ve ebedi olarak
verildiğine göre, onların düşüncesine göre aynı din bir
kere ve ebedi olarak yorumlanmıştır. Bu sebeple de en
iyisi her şeyi, bin küsur sene öncesinde tarif edildiği
gibi bırakmaktır. Statükocuların bu kaçınılmaz mantığına
göre ilahiyatçılar, her yeni şeyin amansız düşmanıdırlar.
Dünya gelişimi içinde ortaya çıkan yeni
durumların düzenlenmesi ve Kur’an-ı Kerim’in hükümlerini
hayata geçirmek amacıyla şeriatın yeniden ve
tekrar yapılanması, dinin bütünlüğüne yönelik saldırı
olarak tanımlanmaktadır. Belki burada İslam’a karşı
bir sevgi duygusu vardır, ancak bu patolojik, gerici
ve dar ufka sahip insanların sevgisidir ve henüz canlı
olan İslam düşüncesini boğan bu gibi insanların dine
sarılışından başka bir şey değildir.
Ancak İslam’ın, ilahiyatçıların elinde kapalı bir kitap
olarak kaldığını düşünmek yanlıştır. Hâlâ bilime
karşı çok kapalı ve tasavvufa (mistisizm) çok açık
olan mistik ilahiyatçılar, bu dinin (İslam) içine İslam’ın
temel yapısına aykırı çok sayıda irrasyonel ve hatta
boş inanç anlayışının girmesine izin vermiştir. İlahiyatın
(teoloji) doğasını iyi bilenler onun mistisizme
neden direnemediğini, hatta bu şekilde burada neden
dini düşüncesinin zenginleştiğinin sanıldığını iyi anlarlar.
Tarih boyunca, dinler arasında en temiz ve en
mükemmel olan Kuran’ın monoteizmi, tedricen kompromite
(sulandırılmış) edilmiş, pratikte ise dinî ticaretin
iğrenç şekilleri ortaya çıkmıştır. Kendilerini din
koruyucusu ve yorumcusu sanan mistik ruhbanlar, her
halükârda dini çok güzel ve kârlı bir meslek edindiler
ve hiçbir vicdani rahatsızlık duymadan dinin hayata
geçirilmeyişini kabul ettiler.
* * *
Biz Müslümanlar esir, ümmi ve kavgalı olamayız.
Biz ancak İslam’ın mürtedi olarak öyle olabiliriz. İlki
Uhut’ta sonuncusu Sina’da gerçekleşen bütün yenilgilerimiz
bu tezimizi destekler mahiyettedir. Çoğunlukta
canlı ve faal hayat dairesinden günlükçü (günü
kurtarma) ve pasif dairesine itilmesiyle İslam’ı terk
etme fenomeni (hadisesi), tam da İslam ideolojisi ve
pratiği bakımından merkezi konumda bulunan Kuran-ı
Kerim’in hayata dahil edilmesi örneği üzerinden en
açık olarak takip edilebilir.
Bilinen bir hakikat olarak Müslüman halkların her
zirve dönemi, her şerefle dolu dönemi Kuran-ı Kerim’in
öncelenmesiyle başlamıştır. Mucizevî akışını
burada zikrettiğimiz ve iki nesil dönemi içinde İslam’ı
batıda Atlas Okyanusuna ve doğuda Çin’in girişine
kadar getiren erken İslam’ın genişlemesi, sadece tek
örnek değil en büyük örnektir. İslam tarihi esnasında
bütün hareketlenmeler paralelizmin (ikiliğin) bu kanununu
belgelemektedir. Gerileme ve çekilme dönemi
öncesi zamanlarda Kuran-ı Kerim’in durumu neydi?
Müslümanların kitaba [Kuran] olan teslimiyeti bitmiyordu
ancak aktif karakterini kaybetmiş, irrasyonel
ve mistik olana tutunmaktaydı. Kur’an-ı Kerim kanun
olma otoritesini kaybedip, buna karşın eşyaların “kutsal”
ı oldu [Özel kılıflarda evlerin ulaşılmaz yüksek
duvarlarına dokunulmaz bir kutsal olarak asıldı].
Kur’an-ı Kerim’in araştırılmasında ve yorumlanmasında
bilgeliğin yerini kılı kırk yaran yorumlar ile büyük
fikirlerin yerini okuma becerileri aldı. Devamlı surette
İlahiyat formalizminin [Biçimcilik/Şekilcilik] tesiri
altında Kur’an-ı Kerim, hep daha az anlaşılarak (ve
manası düşünülmeyerek) ve daha çok (güzel sesle)
okunarak hayatımızda var oldu. Müslümanlar kitabın
mücadele, doğruluk, şahsi ve maddi fedakârlıklar hakkındaki
emirlerini, tembelliğimize aykırı ve sevimsiz
olarak niteler hale geldi; güzel sesle okunan Kur’an-ı
Kerim metninin zevk veren (rahatlatan) sesi [şarkılaştırılması/
nota ile okunması anlayışı] içinde eriyip gitti.
Bu doğal olmayan durum yavaş yavaş normal olarak
kabul edilmeye başlandı; çünkü bu vaziyet, sayıları her
geçen gün artan ve Kuran-ı Kerim’le yollarını ayıramayacak
durumda olan, fakat aynı zamanda hayatlarını
onun isteklerine göre düzenleme kudretinde .
Kuran-ı Kerim’in (sesli olarak) aşırı okunmasındaki
(sürekli hatim veya ezbere okumasındaki) psikolojik
açıklamayı burada aramak gerekir. Kur’an-ı Kerim’i
(sesli olarak) okuyor, yorumluyorlar sonra yine (sesli
olarak) okuyorlar, inceliyorlar ve sonra yine (sesli olarak)
okuyorlar. Bir defa olsun uygulamak zorunda kalmamak
için bir cümlesini binlerce defa tekrarlıyorlar.
Hayatta nasıl uygulanacak sorusundan kaçmak için
Kuran-ı Kerim’in nasıl okunması gerektiği hususunda
geniş ve itinalı bir ilim ürettiler. Nihayetinde, Kur’an-ı
Kerim’i, anlaşılan bir manası ve içeriği olmaksızın çıplak
bir ses haline getirdiler”[1]