Dil ve Edebiyat (119. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
İki Sanatkarın Yolculuğu
Bahaettin Karakoç ve Ara Güler
Üzeyir İlbak
Şair zamanın şiirini, fotoğrafçı şiir anının fotoğrafını
yazdı. Biri Müslüman diğeri Müslüman coğrafyanın
kültürü ile yoğrulmuş yerli Hıristiyan-Ermeni bir
ustaydı. Ortak bir coğrafyada yaşadılar, yaşadıkları
coğrafyanın ve farklı coğrafyaların insanlarının dertlerini yazdılar.
Biri şiirle, diğeri fotoğrafla -kendi ifadesiyle resimle-.
Şair duygu ve merhametini; fotoğrafçı gördüğünü ve tanıklığını
yazdı. Kalem ve objektif! Tarih yazdı. Gelecek anlara, nesillere,
uluslara, milletlere kendi tarih ve mesajlarını kazıdılar.
Bahaettin Karakoç’u derginin sayfalarında okuyacaksınız.
Şairdi, şiirini bırakıp gitti. Rahmet ve dua.
Ara Güler
“Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır.
Tarihi zapt ediyorsun. Bir makina ile tarihi durduruyorsun.”
1950’li yıllarda kendi ifadesiyle “Foto Muhabiri” olarak fotoğraf
çekmeye başladı. 1953 yılında "Photography Annual Antalojisi"
onu dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısından biri olarak tanımladı.
Dünya, onun objektifinden Türkiye’yi tanımaya başladığında tek
parti iktidarı bitmişti. Foto-röportaj ustası Ara Güler siyaset dünyasından
İsmet İnönü, Winston Churchill, Indira Gandi ile yaptığı
söyleşilerle tarihin dönüm noktalarına tanıklık etti. İndra Gandi ile
konuşan son gazeteciydi; çünkü Hindistan’dan ayrıldığının ertesi
günü darbe olmuş, Gandi iktidarı kaybetmişti.
O yaşadığı çağın kendi alanlarında en iyileri olan ünlü kültür-
sanat insanlarıyla da foto-röportaj yapmış ve dünyanın en
iyi gazete ve dergilerinde yer almıştı. John Berger, Bertrand
Russel, Bill Brandt, Alfred Hitchcock, Ansel Adams, Imogen
Cunningham, Picasso, Salvador Dali gibi birçok ünlü kişi ile
röportajlar yaptı ve onların fotoğrafını çekti. Sophie Loren de
objektifinde iz bırakanlar arasındaydı.
İstanbul'u 1950’den itibaren '60, '70, '80 ve 90'lı yıllarını
belgesel tadında bizim için donduran ve her karenin altına
"Yaşadığım İstanbul'u arıyorum" yazan bir usta göçtü. Her
bir karesinde “İstanbul rengini kaybetti” hasreti vardı. Ama
o “yaşadığı ve rengini kaybeden” İstanbul’dan renk ve hayat
kırıntıları biriktirdi, bizim için. Bu büyük birikimin farkındaydı.
“1950-60'lardan kalma İstanbul fotoğraflarım olmasa, o eski
günler, bugün unutulmuş olacaktı. Eski şehirden hiçbir şey
kalmadı. Şehrin estetiği değişti. Uygarlık ileriye gidiyor ama
insanlar güzellik anlayışını kaybetti."
Fotoğrafla anın yorumsuz tarihini yazdı. Sokakları, dağları,
ovaları, yaylaları insan hayatları üzerinden anlattı. Himalaya
Dağlarındaki Budistin hayat tarzına ve Toroslardaki göçerlerin
yaşama biçimlerine aynı hürmetle yaklaştı. Yaşayan tarih ile
müzeleştirilen tarih anlayışının ayırdına ilk varanlardan biriydi.
Ona göre üzerinde bezik oynanan bir Roma sütun başlığı
ile içinde üzüm ezilerek şıra yapılan lahit daha bir anlamlıydı,
çünkü hayatın birer parçasıydı. Tanık olduğu andaki insan ve
tarihi anları sabitlemeyi hep sevdi. Yaşadığı coğrafyanın kültürünü
içselleştirmiş bir dervişti.
“İstanbul’un etrafını İstanbullu olmayan bir medeniyet kuşatıyor”
diyen usta, insanı fotoğrafın ana unsuru olarak tarihi
mekanlar, mimari yapılar, köyler, dağlar, ovalar, tarlalar, şehir ve
sokaklarla hayatın bir parçası olarak gördü ve fotoğrafı hikayesi
olan bir anlatıya dönüştürdü. Sokak, insan ve tarih onunla
kadrajda hikâye anlatıcısı oldu ve kendisinden sonraki kuşakları
etkiledi. “Her kare yarına bir nottur” ifadesi, fotoğrafın gerçekliğinin
tanımı oldu; çünkü fotoğraf asla yalan söylemezdi.
“Anam dört yüz senelik İstanbullu bir ailenin kızı. Demek
ki onun dedesi Fatih Sultan Mehmed’i falan filan görmüş. Babam
Şebinkarahisarlı bir yetim. Doğum yerim İstanbul-Taksim-
Talimhane. Ahmet’ten, Mehmet’ten farkım yoktur” diyen
ustanın babası Çanakkale Savaşı’nda sıhhiye olarak hizmet
etmiş bir gazi. O yerli bir usta, çocuksu havasını hep korumuş,
kimi zaman muzip bir ihtiyar, bazen sokaktan geçerken kulaklarınızı
tırmalayan küfürlü sese dönüp baktığınız biri.
Usta, bir belgeselde Edirne Muradiye Cami avlusundaki
Allah lafzı altındaki kadınlar fotoğrafını şu sözlerle anlatır.
“Ben bu fotoğrafı alsam ve yüzümü kapatsam işte Ara Güler
olur.” İki eliyle fotoğrafı yüzüne kapatır ve belgesel biter. Allah
lafzı, çarşaflı iki kadın ve Ara Usta’nın kolları, yüzü yok. O
bu toprağın insanıydı. Bu toprağın değerlerinin tanınması ve
bilinmesi için bir ömür harcadı. Malatya-Adıyaman sınırındaki
Nemrut anıtı, Afrodisiyas’ın ihtişamı onun objektifinden dünyaya
sunuldu. İki-üç milyon kare fotoğrafı miras bırakıp gitti.
Hakikat ışıkla buluştuğunda deklanşöre dokundu ve geleceğe
“merhaba” dedi. “Merhaba” büyük usta. İyi bir insandın,
güle güle.