Dil ve Edebiyat (137. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
GÖKKUBBE ALTINDA SALGIN ve HUZUR AYI RAMAZAN
Üzeyir İlbak
Yaşadığımız zamanın hakikatini kavramak ve bu hakikatin farkında olarak
yaşamak için tarihin içinden ötesine geçmek, tarihte olup bitenleri
kavramak ve bu kavrayıştan inşa ettiğimiz bilgelik burcundan bugüne
bakmak, bakarken de geleceğe zemin teşkil edecek bir dünya kurmak
gerek. Tarihin içinden geçerken aynı yere hapsolup kalmamak için asgari bir şuura/
bilince, bilgi birikimine sahip olmalıyız. Eğer yaptığımız yolculuklarda tarihe ve
arkaik dünyaya hapsolur kalırsak müzelik bir emtiaya dönüşür, seyirlik ve değer
üretmeyen/üretemeyen bir obje oluruz. Bir de kısıtlandığımız tarih kompartımanının
tarihlendiği zamanın, ânın diliyle konuşmaya başlarsak vakti geriye taşır,
dondururuz; bu da düşünce-tefekkür dünyamızın felaketi olur. Vakti tarihte bir
yerde sabitlersek hayalini kurduğumuz gelecek ufku silik ve sanal bir ideaya/muğlaklığa
dönüşür.
Tanzimat’tan itibaren hayat biçiminde, düşünmede, dilde maruz kaldığımız/
bırakıldığımız Batı hayranlığı bilimde, tıpta, hikemiyatta/düşüncede her geçen
gün aleyhimize işliyor. Kopyacılık ve öykünmeci anlayışla taklit ettiğimiz şeylerin
hiçbirinin daha iyisini yapmaya asla muktedir olamayacağız; çünkü eskiler “Taklit,
aslına en uzak olandır” demişler. Bilim ve bilimciliğe alkış tutanların neden dilde,
kültürde ve düşüncede Batı adamının müridi olduğunu; onlar gibi yaşadığını, onların
diliyle konuştuğunu anlamakta zorlanıyorum. Virüs konusunda bilgilendirdiklerini
düşündükleri halkın konuştukları dilden bir şey anlamadıklarının dahi farkında
değiller. Zehir şişesinin üzerine Latince yazdıkları kullanım kılavuzunu anlamayan
hastanın ilaç diye içtiği zehirden ölmesinin suçlusu kim? Başkasının diliyle konuşan
müridin, tehlikedeki hayatlara şifacı olma imkânı gerçek hayatta mümkün
görünmemektedir.
Dil, söz ve sözün çağrışımıyla zihinde görünür kılınan “şeyin” çağrışımıyla kazandığı
anlamsal yapıdır. Pandemi, droplet, filyasyon, immün, entübe ve moralite
kavramları ile ilk karşılaştığımızda ya da onları işittiğimizde zihnimizde çağrışıma
bağlı olarak oluşacak görünür ve bilinir anlam nedir? Körün fil tarifi bile değil.
Aynı sıra ile Türkçelerini yazalım:
Çin’den yeryüzüne yayılan salgın, öksürük ve hapşırma sonucu oluşan damlacıkla
bulaşmakta ve insanların nefessiz kalarak ölmesine sebep olmaktadır. Bulaşıcı
salgınlarda hastalığı kaynağında tespit etmek için yapılan taramalarda virüs
bulaşan (bulaş ?) hastalar tespit edilerek karantinaya alınıyor ve bağışıklık sistemlerini
güçlendirecek tedavi uygulanıyor. Erken müdahale edilen hasta solunum
cihazına gerek kalmaksızın iyileşiyor. [Pandemi droplet ile immünleri zayıf insana
bulaş olup filyasyonla bulunduğunda entübe edildi; ancak geç tespit, hastanın mortalitesiyle
sonlandı.] İkinci cümleyi kurmak için çok bilgili (!) olmak gerektiğinin
bilincine erdim. Bir de genelge ile yapılan duyuruları yorumlayan ekran gevezelerinin
dile verdikleri zarara dikkat çekmek gerek. Örnek: “Mezar ziyaretlerine kısıt
getirildi. Sosyal medya çelınçlarınızı (challange) kontrol edin.”
Dünyanın maruz kaldığı salgınla mücadelede toplumsal bilinci geliştirmenin
biricik yolu her ülkenin kendi dilinden insanlarını bilgilendirmesidir. İngiltere veya
Çin’de insanlara salgın, kıran, bağışıklık, damlacık, solunum cihazı … kelimeleriyle
bilgilendirme yapamayacağımıza göre Türkiye’de de İngilizce-Latince kelimelerle
konuşmanın anlamı yok. Bunun için de okumak/bilmek, tefekkür etmek, akletmek
ve meselleri kavramsallaştırarak yorumlamak için analitik kavrayışa geniş açıdan
bakabilen bir görmeye ve kuşatıcı bir ufka ihtiyaç var. Bu yolculukta dilimizi
konuşmak zorundayız. Başkalarının dilleri ne kadar kıymetli olursa olsun o dil rüyamızın,
hülyamızın, şiirimizin, hikâyemizin, masalımızın, sevdamızın dili değilse;
bize söylenen eksik kalacaktır. Korona günlerinin dili bize yaban geldi, bizde eğreti
durdu.
Türkçe Orhon Yazıtları’nın, Dede Korkut'un, Yunus Emre'nin, Âşık Paşa'nın Ömer
Seyfettin ve Genç Kalemler etrafında bir araya gelip “dili dilime uyan, dini dinime
uyan” diye mücadele edenlerin, Tevfik Fikret, Yahya Kemal ile Refik Halid’in ve
“iki şey mukaddestir: din ve dil” diyen Mehmet Akif’in Ahmet Hamdi Tanpınar
ve daha pek çok yazar, şair, bilim ve düşünce insanının emanetidir. Dilimizi dille
bulaşan virüslerin tehdidinden koruyalım ki kültür ve medeniyet birikimimiz yoğun
bakıma girmesin, kütüphanelerimiz kitap tuğlalarına dönüşmesin.
Dil ve Edebiyat bir hassasiyetin diri tutulması için çaba harcamaktadır. Bu
anlamda kimi medya organlarında ve sosyal mecralarda bu alanda duyarlı seslere
tanık olduk. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Genel Başkanı Sayın Ekrem Erdem’in
Sağlık Bakanı Sayın Fahrettin Koca’ya ve kamuoyuna yazdığı mektupla bu bahsi
bitirelim:
“Korona Günlerinde Dilimize de Virüs Bulaşmasın"
Türkçe, kök ve eklerle yeni terim üretme yeteneği en yüksek olan dillerden
biridir. Yapısı gereği yüzlerce terim üretilebilir. Türkçemizde edebiyattan sanata,
bilimden felsefeye, çoğu kullanılmayan 90 bine yakın terim vardır.
Türk tarihinde Türkçe bilim dili olarak ilk kez hekimlik alanında kullanılmıştır.
Buna rağmen Koronavirüs salgınının özellikle ülkemizi etkisi altına almasının ardından,
günlük hayatımız da adeta yabancı tıbbi terimlerin istilasına uğradı. Dillerin
birbirinden kelime alıp vermesi elbette kaçınılmazdır. Fakat bunun bir sınırı
vardır. Günümüzde bu denge maalesef Türkçe aleyhine bozulmuştur. Salgınla birlikte
Türkçe karşılığı olmasına rağmen ya bilmeden, ya da sırf özenti ile yabancı
tıbbi terimler kulaklarımızı tırmalamaya başladı. Ekranlara çıkan uzmanlar birbirleriyle
yarışırcasına, yarı Türkçe, yarı ne olduğu belli olmayan dillerde kurdukları
cümlelerle güzel Türkçemize zarar vermeye başladılar.
Koronavirüs salgınının başgösterdiği ilk günden bu yana sağlık ordumuzun
cefakar çalışanlarına destansı mücadelelerinden dolayı elbette minnettarız. Ancak
bir ülkenin kalkınması ve muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkması, her
alanda yapılacak topyekün bir mücadele ile mümkündür. Kamu yönetiminde, ekonomide,
sağlıkta, sosyal hayatta, kültürde ve dilde sağlayacağımız milli birliktelik
bu mücadelenin yegâne taşıyıcısı olacaktır.
Özellikle salgının başlamasından sonra gerek yazılı ve görsel medyada, gerekse
sosyal medyada halkımızın en çok takip ettiği kişiler sağlıkçılarımız oldu.
Bundan dolayıdır ki, her gün vatandaşlarımızın karşısına çıkan Sağlık Bakanımız,
Bilim Kurulu üyesi hocalarımız ve uzmanlarımızın açıklama ve bilgilendirme ya-
varken, yabancı kelime kullanımından kaçınmak, en az sağlık alanlarında
yaptıkları çalışmalar kadar kutsaldır.
İnanıyorum ki, Türkçemizin korunması ve doğru kullanılıp geliştirilmesi için
kurulan Türk Dil Kurumu, değerli doktorlarımıza ve bilim insanlarımıza, talep etmeleri
halinde, Türkçe tıbbi terimler konusunda rehber olacaktır. Tıpçılarımızın
Türkçe terimler kullanma noktasındaki sorumlu davranışları hiç şüphesiz ki, Sayın
Cumhurbaşkanımızın da büyük bir hassasiyet gösterdiği dil konusundaki millîleşme
ve öze dönüş mücadelesine verilmiş bir destek olacaktır.
Elbette bazı kelimeler ve terimler tıbbi ve yerleşmiş kelimeler olabilir. Ancak
bir kelimenin Türkçe karşılığı varsa, onu kullanmak ve tercih etmek hepimizin milli
görevidir. İmmün yerine bağışıklık, bulaş yerine bulaşma, droblet yerine damlacık,
pandemi yerine küresel salgın, mortalite yerine ölüm oranı, epidemi yerine salgın,
entübe yerine solunum cihazına bağlı hasta, pnömoni yerine zatüre, pik yerine
zirve demek, dilde başlatılan öze dönüş mücadelesine büyük destek sağlayacaktır.
Dil, bir ülkenin ses bayrağıdır. Bizim ses bayrağımız da hiç şüphesiz ki Türkçedir.
Dilimizi edebiyattan sanata, bilimden felsefeye her alanda doğru kullanıp,
yüceltmek, al bayrağımızı göklerde dalgalandırmak kadar milli bir görevdir. Unutulmamalıdır
ki dilimiz kimliğimizdir.
Saygılarımla.”
II.
Geçmişi, endişeleri, belirsizliği ve geleceği daha çok konuştuğumuz bu günlerde
dünya ve ülkemiz özel bir zaman aralığının en çelişkili vakitlerini yaşıyor.
Akıl sahibi her insan korona günlerinden sonra dünyanın yeni bir yorumla yeni bir
vakte ereceğini ve yeni yaşama tercihleriyle hayat yolculuğunu sürdüreceğimizi
söylüyor. Bu yeni vakte doğru her bir ülke insanının tabii olarak yaslandığı değerler
sistemi üzerinden yeni yol haritalarını belirleme hakları olduğunu kabul etmek
gerek. Tevarüs etiğimiz birikime yaslanarak istikbâli inşa etme vaktinin orucun
vicdanı uyanık merhamet günlerine denk gelmesinin ferahlatıcı olduğunu hatırlatmak
gerek. Orucun en çok yakıştığı ve yaşandığı İstanbul’a hasret kalınan bu
günlerde endişeyi tetikleyen virüs ile merhamet ve vicdanı uyaran orucun birlikte
yaşanması eskilerin ifadesiyle “mutlu bir tesadüf”.
Virüsten arınmak için bedenimizi dezenfekte ettiğimiz bu
aziz günlerde oruçla samanyolunda kıyama durup ruhumuzu ve
zihin dünyamızı dezenfekte ederek kardeşlik şuuruyla paylaşılması
mümkün olan her şeyi paylaşalım, güçlendirelim. Orucun
oluşturduğu manevî iklimde yaşadığımız ruhi dinginlikle iyilik
iklimine, güzellikler diyarına yürümek ve her dem arınmanın
anlam ve ferahlığıyla hayatımıza yeni huzur alanları açalım.
Özlenmeye değer şehir, kaza, kasaba, mahalle ve köylerde
yaşayan insanlara ve insanlık ahlakından ödün vermeyen inanmış
her bir insanla sağlık, huzur ve güvenle yaşanacak bir dünyada
buluşmak temennisiyle, orucun hakikatinin idrakinde olan
Müslümanlara ve insanları ötekileştirmeyenlere selam olsun.