Dil ve Edebiyat (140. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
AYASOFYA, İSTANBUL VE 15 TEMMUZ
Üzeyir İlbak
Sözlerin anlam deformasyonuna uğratıldığı zamanlarda yaşıyoruz. Söylenen
her sözün söylendiğinin dışında bir algı ile insanı şüpheye maruz bıraktığı
ve hakikatin, hakikat ötesi gerçekliklere feda edildiği bir zamandır yaşanan.
Ayasofya mabet, cami ve müze söylemleri arasında anlam deformasyonuna uğratılırken,
15 Temmuz kalkışması ile ortaya çıkan "kiralık aklın ürettiği dindarlık"
ve millet iradesinin ortaya koyduğu fedakârlığı anlamsızlaştıran üslupla ekranlarda,
medya mahfillerinde tartışan kimi siyasi çevrelerin tartışmaları utanç vericidir.
15 Temmuz’u günlük siyasi kazanımlar adına politik ve gerçeklikten uzak
bir üslupla ekranlara taşıyan taşeron kalemşorlar hangi vahim ahlaksızlıkların
işbirlikçileri ve sözcüleri olduklarının farkında mıdır?
Ayasofya bir değer, aidiyet ve anlam ifade eder. Millet’in ortak iradesinin
sembol eseridir. 15 Temmuz, terörle mücadele ve milletin tercihini beğenmeyen
kiralık aklın girişimine indirilen çelik iradeden bir balyozdur. Bu iki meselenin
Temmuz aydınlığında buluşması tarihe düşülmüş değerli bir nottur. Temmuz
sıcağı, inanmış ve aklını kirada tutmayan insanların yüreğindeki parıltıdır.
Temmuz’da dünyayı anlamaya çalışırken yüksek sesle nakarata dönüşen retorik
yerine sükût duvarına “aykırı" notlar düşen insanlara bakmak gerek. Batı’nın
tehditkâr dilindeki yenilmişlik tınısına kulak kesilmek gerek; 29 Mayıs 1453’te
yaşadıkları hezimetin onlarda yarattığı ürpertiyi anlamaya çalışmak ülkemize
sadakati ve aidiyeti güçlendirecektir. Sadece Türkiye değil Doğu, Avrupa
merkezci ilerleme ve hayatın merkezini Batı'dan bekleme tezinden vazgeçmek
noktasındadır. İnsanlık Beş Tiranın kurulduğu tahtı yıkmak ve yeni eşit insan
ve insanlık manifestosunu yazmak zorundadır. İnsanlar ve insanlık karar verici
Batı aklının pasif bir takipçisi olmaktan vazgeçmelidir. Volteir'in (Voltaire) ifadesiyle:
"Eğer ki bir filozof dünya üzerinde olan biteni anlamak istiyorsa önce
bütün sanatların beşiği, Batı’nın her şeyi borçlu olduğu Doğu’ya dönmelidir
yüzünü" hakikatinin yaslandığı gerçekliğe aşina olmalıyız. Endülüs, Selçuklu ve
Osmanlı mirasını böbürlenmek için değil anlamak için öğrenmeliyiz.
Tarih, retorik ve böbürlenmek için öğrenilmez. Hamaset türkülerinin ürettiği
emperyalist mağduriyetleri anlamak için Rut Benedik’in (Ruth Benedict) şu tespitini
insanlık duvarına yazmak gerek: “Tarih tek bir gruba (ya da insana) aitmiş
gibi yazılamaz. Medeniyet kademe kademe oluşturulmuştur, bugün birinin (grubun)
katkılarıyla, bir başka gün diğerinin. Tüm medeniyet (Avrupalılara) atfedilirse;
bu, antropolojistlerin ilkel kabilelerden duyduklarıyla aynı ilkel bilgilenme
şekli olur ve kendi hikâyelerini sadece kendileri anlatabilir. Bu ilkel kabileler de
kendileriyle başlayıp biten bir dünyada tüm bunların önemli olduğuna inanıyorlar.
Bu tür iddialara (ilkel kabilelerin öne sürdüğü) gülüyoruz, ancak bu gülünç
durum bizim de başımıza gelebilir. Taşra ahlakı tarihi yeniden yazabilir ve sadece
tarihçilerin başarısını vurgulayabilir ama taşra ahlakı olarak kalır.” Medeniyetin
menşeini Antik Yunan medeniyetine veya Roma’ya özel kılmak medeniyet
süreçlerini kısıtlamaktır. Avrupa’da kimi aklıselim sosyal bilim araştırmacıları
aslında medeniyetin Antik Mısır’dan çıktığını ve dünyaya yayıldığını ortaya koyacak
tezler kaleme aldılar. İstanbul, Bizans’tan Osmanlı’ya evrensel bir şehirdir.
Ayasofya sadece Bizans değildir; ondaki Osmanlı dokunuşu ve Sinan’ın bastonu,
eseri daha önemli kılar. Ayasofya artık Konstantinopolis değil, İstanbul’dur.
Ayasofya insanlık tarih ve medeniyetinin ortak eseridir. Dünyanın iki büyük
dininin mabedi olarak kullanılmıştır. Hıristiyanlık’tan sonra İslam’ın mabedi olduğunda
aidiyetinden bir şey eksilmemiştir. Bizanslıdır ve Osmanlı olmanın
ihtişamını yaşamıştır. Cumhuriyet’le hayattan koparılmış müze yapılarak secde
ve duadan mahrum bırakılmıştır. Yeniden secde ve dua ile buluşan mabedin
sanat değeri ve Ortodoks ikonografisine zarar verilmeden yaşatılmalı ve dünya
var oldukça insanlığın iftihar sembolü olmayı sürdürmelidir.
Ayasofya kararında evrensellik iddiasındaki Avrupamerkezci akıl iflas etmiştir.
Batı'nın entelektüel aklı, ürettiği fobiye teslim olmuştur. Tarihi kroniklerde
atalarının söylediklerini tekrarlamaktan öteye geçmeyen Batı düşüncesinin
ve modern Haçlı anlayışının temsilcileri ilkel tehdit retoriğine teslim olmuş,
hakikati görmezden gelmeyi tercih etmiştir. Konstantinopolis’i işgal eden IV.
Haçlı Ordusu'nun Latin barbarlığını görmezden gelen bilgiyi biraz daha gizleyen
tarih, seyahat eden insanların çoğalmasıyla yalanlarını gizleyememektedir.
Seyahat kitapları hâlâ Konstanapolis’te yağmalanarak Vatikan’a taşınan
ve Vatikan Müzesi'nde sergilenen eserlerden ısrarla söz etmemektedir.
IV. Haçlı Seferi askerlerinin Ayasofya’da sergiledikleri fuhuş ve serkeşlik hâlâ
büyük Batı biliminin (!) meçhulüdür.
Hitler’in zulmünden kaçan ve Arjantin’de intihar ederek hayatına son veren
Zıvayg (Zweig) bile Avrupamerkezci anlayışın dışına çıkamamıştır. Türkiye’de
para kazanmak maksadıyla Batıcı tüccarlar Zıvayg’ın’ (Zweig) Bizans’ın Düşüşü’nü
tercüme etme ihtiyacı duymamışlar.
Ayasofya’nın mabet kimliğiyle insanlarla buluşturulması, insanlık ve inanmışlık
burcunda yeni bir yükseliştir. İnsanlığa, inanmış insanlara, Müslüman
olma şuurunu haiz her bir bireye hayırlı olsun. Emeği geçen her bir yöneticiye,
hâkime şükran borçluyuz.
erdem bayazıt
Abilerden teşekkül eden ve Rasim Özdenören'in ifadesiyle "bir ekip hareketi
olan Mavera" topluluğunun nevi şahsına münhasır şairi Erdem Bayazıt’ın vefatının
yıldönümü. Bizim neslin abilerinden Bayazıt'ın fikrî ve edebî kimliğinin oluşmasında
Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil'in izleri görülür. Bu üç isim eserleri ve
fikirleriyle bizden önceki nesli inşa eder ve olgunlaştırarak eser vermelerini sağlar.
Büyükdoğu, Diriliş'i; Diriliş, Edebiyat ve Mavera'yı kültür hayatımıza katar.
1980 darbesinden sonra tanıştığım ve ağabeyliğinden istifade ettiğim Erdem
Ağabey, Anadolu Beylik geleneğini en has biçimiyle yaşayan ve karşısındakine
hissettiren “Beğ” bir şairdi. Beğ tanımlamasının ondaki derinlik, incelik ve
has duruşu bir başkaydı. Keskin ve tavizsiz ret tavrıyla Necip Fazıl'la, isyankâr
ve dik duruşuyla Nuri Pakdil'le ilişkilendirilen Bayazıt, kuşatıcılık-derinlik ve
medeniyeti yorumlama biçimiyle Diriliş'e/Sezai Karakoç'a bağlanır. Şiirlerinde
İslam coğrafyasını, çağ Müslümanların durumunu, 70'li yıllardaki çalkantıları,
şehir-kent sorunlarını, ölüm ve aşk temalarını bütün çıplaklığıyla görürüz. Ona
göre modern kent olumsuzluklar meşheri, nesli iğfal edici/bozucu ve boğucudur.
O, kenti “boğuk madenî böğürmeleriyle içimizi titreten bir metropol devi”
ve “insanlığımızı eskittiğimiz mekânlar” olarak tarif eder.
“Şehir ve Doğa Burcundan" isimli şiirinde kentli insanı “Yüzlerde okunan
sadece/Kararsızlık tedirginlik endişe/Ve içsel yalnızlığın hüznü/Ve asla dinmeyen
sıla özlemi./Sıla, ey ruhumuzun coğrafyası!/Hep bir hazırlık kargaşasında
büyüyor halk/Şehrin sokaklarında caddelerinde meydanlarında” diyecek ve
şehrin insanın önüne "mahpus yüzlü duvarlar" çıkardığını, hayatı kısıtladığını,
mahremiyet duygusunu yok ettiğini söyleyecektir. Ona göre “elbiseleri çalınmış
şehir kan gibi bir sesle boğuluyor inanın içinde” ve "Mor bir kâbus çöküyor
üstümüze/Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle."
Yüreğinden tank gibi geçen kelimelerle yaşadığı çağa, harp düzeninde mısralar
bırakıp giden Erdem "Bey" Ağabeye rahmet ve dua.
15 temmuz ve fetö
“Bence insanı insan yapan: Ferâgati, başkalarıyla kaynaşabilmesi, başkaları
için yaşayabilmesi ve ölebilmesi. Kendini bir dâvaya vermek. Hangi maymun,
hangi robot bu imtiyazımıza ortak olabilir? Ve sevmek. Avam için din,
kendi gibi düşünmeyeni yok etmek hürriyetidir.” Cemil Meriç / Jurnal I
15 Temmuz’un dördüncü yılında FETÖ ve dindar ihanete dair hangi musahabe
ile muhasebe ettik? Sahiden yaptık mı? Yapabildik mi? Mesihçi, aklı
kirada, inandığı dışında hiçbir inanca saygısı olmayan zihniyete dair ne yaptık?
Mesihçi, kaderci, dinî hurafeler bataklığında hikmeti kendinden menkul “hikmet
sahibi” kişilerin “yakaza hâlinde Peygamber'le oturan”, rüyada Peygamber'den
haber taşıyan gelenekli din önderlerine (!) ettikleri imanla kim/kimler
devletin hangi makamlarında oturuyor? Oturdukları makamda kim kuralsız,
ilkesiz bir dürtüyle ve “kibrit kutusunda sırat köprüsünü geçmek için”(!) mensubu
olduğu cemaatin holdinglerini semirtiyor?
FETÖ ve benzeri örgütlenme biçimini meşrulaştıran dindarlık anlayışı, Hz.
Hüseyin’in şehadetiyle yürürlüğe girer ve Müslümanları zihnen köleleştirir. Tarihi
süreç içerisinde irili ufaklı örnekleriyle hep karşılaşılır. Hasan Sabbah’ın
devlet ve devlet ricaline yönelik operasyonları bunun ilk örnekleri arasındadır.
Tapınak Şövalyeleri benzer bir örgütlenme biçimi olarak değerlendirilmelidir.
Celaleddin Rumî’nin Moğollar’la işbirliğinin kaynağı “Allah’tan rüya ile aldığı
emirdir.” FETÖ ve cemaat başlığı altında sürdürülen ve dini “kıl ve çaput”a
indirgeyen , Sünni İslam yorumuna dayandırıldığı iddia edilen dindarlığın tarihi
zihniyet analizleri göz ardı edildiğinde, dine yönelik tahrif ve devleti tehdit
sürecektir. Bataklığı kurutmadıkça sinek avlamak haşarat tehdidini ve sıtma
tehlikesini ortadan kaldırmaz.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali Köse’nin “Bir
FETÖ gitti bin FETÖ geliyor” açıklamasını itibarsız kılmak üzere tescilli iki hurafeciden
gelen tepkiler düşündürücüdür. “FETÖ’cülere dense ki bin metin yazacaksın
ve 15 Temmuz günü devlet televizyonunda bir ilahiyat hocası tarafından
okunacak, bu kadarını hayal bile edemezlerdi. Ali Köse Hoca bir hayalin de
ötesini gerçekleştirmiş. Peki neden? Anlayan beri gelsin!” Beriye davet edenin
bir zamanlar TRT ekranlarında anlattığı menkıbe ve dindarlık bahislerini hatırlamalı
ve onun, kimin eteğini öperek gerisin geri süründüğüne bakmak gerek.
Bir diğeri FETÖ kalkışmasının hedefi iktidar partisinde milletvekilliği yapmış,
dini ve bilgiyi “kıl-tüy” ile doğrulayan biri. “Bıyıksız ilahiyatçı mı olur? Ben bu
yüze nasıl âlim diyebileyim? Seküler, laikçi, ehl-i dünya insanlara benzeyen
tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb. hocası olur mu? Bunları vakit namazında hiç camide
gören var mı? Sözünü dinleyip arkasından giden var mıdır? Sanmam,
çıkmış konuşuyor.” Mensubu olduğu topluluğun inşacısı zatın eğitim durumu,
hayatı ve fiziki durumu hatırlandığında ne hikmetli bir söz söylediği daha net
anlaşılır.
Tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve bilumum diğer bilimleri bilmek için ne tür bir
akla ihtiyaç var? Onkolog bıyıksızsa kanserli hastayı tedavi edemeyecek mi?
Biri Ali Köse'yi mahkemeye verse "bıyıklı" bir avukat mı bulmalı? Bıyığı olmayan
pilotun kullandığı uçağın düşme ihtimali ne kadar? Zihniyet! Mensubiyet!
Akli mahrumiyet!
"Dövene elsiz, sövene dilsiz gerek" diye çoğalan cemaatlerin nesebi gayrı
sahih medya küfürbazlarını hangi dinî anlayış terbiye edecek?
15 Temmuz’da hain FETÖ hareketi mensuplarının kurşunlarıyla şehit olan
dostumuz Erol Olçok ve sevgili evladı Abdullah başta olmak üzere tüm şehit
kardeşlerimize rahmet, gazilere hayırlı ve sağlıklı bir ömür diliyoruz.
genç ve gençlere ağabey âsım
Âsım Gültekin güzel bir Müslüman'dı. Kimseyle kavgası olmayan, davası ve
derdi olan bir adamdı. Hep bir şeyler yapmak ve davasını bir adım daha ileri
taşımak için yürür ve yürürdü. Keçe yeleği ve dağıtacağı kitapları, dergileri
taşıdığı çantasıyla... Âsım, inanmış ve adanmış mümin bir insandı. İnsan biriktirdi;
insanlığa insanlıktan bir selam bırakarak aniden gitti. Din, dil ve okumaya
dair dertleri vardı. Sıra dışı tekliflerle gelir, istikamet ve ahlâki duruşu iğfal
etmeden ikna ederdi. Bir ara Dil ve Edebiyat dergisinde de yazdı.
Kardeşlik hukukunu ihlal etmeden kardeşçe yaşadı. Umulmadık yerde karşılaşır,
beklenmedik yerde kaybediverirdiniz. Âsım, Âkif’in Âsım’ı; Sezai Karakoç’un
Taha’sı gibi yaşadı ve aniden gitti. Allah’tan rahmet diliyorum. Ailesine,
öğrencilerine ve dergi camiasına başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Mekânı
cennet, makamı âlî olur inşallah. Dua!