Dil ve Edebiyat (143. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
SİYASİ İKTİDAR’LA “FİKRÎ İKTİDAR” MÜMKÜN MÜ?
Üzeyir İlbak
Tanzimat'la başlayan Batılılaşma/Garplılaşma çabamız, Cumhuriyet’in ilanı
ile Batı’ya teslim olunarak Batı lehine köklü değişiklikler yapmaya dönüştü.
Bunun tarihî okuması, "devam fikrîni terk ederek uygarlık değiştirmek"
ve Doğu’ya, İslam'a, kültürel mirasa yüz çevirmekti. Doğulu köklerimizle
İslam'a yaslanan Selçuklu-Osmanlı mirasımız reddedildi ve "Yeni Türkiye"
Batı uygarlık dairesine eklemlendi. Batı’ya ve Batı'nın değerler hiyerarşisine büyük
umutlarla bağlanan Cumhuriyet nesli, kültür ve medeniyeti redd-i miras ederken;
işbirliği yaptığı Batılı dostlarına imparatorluğun borçlarını ödemeyi kabul
etti. Cumhuriyet nesli büyük bir çelişki ve yanılgının kurbanı oldu. Batı için, kurulan
bütün ilişkilerde Batı'nın çıkarları ve ekonomisi her şeyden önce gelir.
Cumhuriyet’in ilanıyla girişilen devrimler Batı’ya yönelişi, daha açık bir
ifade ile Batı’ya teslim oluşu açıkça ortaya koydu. Zihinsel köleliğin geliştirilmesi
için zeki gençlerin seçilip Batı’ya eğitime gönderilmesi ile hazırlanan
fikrî ve kültürel iktidarın etki alanı, şehirlilerin kaymak tabaka aileleriyle sınırlı
kaldı. Bu durum askerî ve sivil bürokrasiyi memnun etmedi. Batı değerlerini
ve Batı’da eğitilmiş entelektüellerin öğrendiklerini tercüme ederek toplumu
dönüştüremediğini fark eden seçkinci jakobenler, Cumhuriyet tarihinin her on
yılında bir yapıtlıkları askerî müdahalelerle zihnî köleliği teşvik ettiler. Ancak
köklere yapılan müdahaleler onlarca yıl geçmesine rağmen Batılılaşma lehine
toptan bir değişim sağlayamadı.
Cumhuriyet’in İlanı’nın otuzuncu yılından itibaren cılız da olsa siyaset dünyası
köklere dönüşün kapılarını araladı. 1950-1960 arası seçimleri kazanan
siyasal akıl, "fikrî iktidar" yolunu açacak eğitim ve kültürel hamleleri hayata
geçirme yerine "her mahalleye bir milyoner" kazandırma projeleriyle oyalandı;
ve Tanzimat'la başlayan "fikrî iktidar"ın değerler hiyerarşisine müdahale etmedi.
En sonunda siyasal iktidarları döneminde yönettikleri okullarda yetişen
asker-sivil bürokrasinin gerçekleştirdiği 1960 Darbesi’yle iktidarı kaybettiler.
Türkiye'de liberal-sağ olarak tarif edilen muhafazakâr iktidarlar 1971,
1980 ve 1997 müdahaleleriyle Tanzimat Batılılaşmasının zihnî köleliğine
müdahale edemedikleri ve inandıkları değerler hiyerarşisinin kodlarını yeşertecek
"fikrî aidiyete mensup bir kadro” yetiştiremedikleri için yerleşik kiralık
kafalar aracılığıyla iktidardan uzaklaştırıldılar. Bu uzaklaştırılmalar sonucu
iktidara yeni gelen her muhafazakâr siyasal topluluk, eğitimde ve kültürde
iktidar olamamaktan yakındı ve işin magazin boyutu ile kamuoyunu oyaladı.
Bugün de maalesef aynı dertten mustaribiz ve yirmi yıla yaklaşan iktidar döneminin
sonunda hâlâ "kültürel iktidar" tartışmaları yapmaya ve "fikrî iktidar"
önerilerinde bulunmaya devam ediyoruz. Bu mümkün mü? Bu durumu Sayın
SİYASİ İKTİDAR’LA “FİKRÎ İKTİDAR” MÜMKÜN MÜ?
[email protected]
Cumhurbaşkanı da konuşmasında teyit etmektedir. “Ülke ve millet olarak kendimizi
kontrolsüz bir Batılılaşma fırtınasının içinde bulduk. Fikrî hür, irfanı hür,
vicdanı hür nesiller yetiştirmek için çıkılan yolun en sığından, en bayağısından,
en çarpığından bir Batı taklitçiliğine dönüşmüş olması Cumhuriyet’imizin
en büyük kaybıdır. Her dönemde elbette bu fikrî sancıyı yaşayan, tartışmayı
ve arayışı sürdürmeye çalışan dava insanları çıkmıştır. Ama bunların sesi ve
üretimi, devlet gücünü de arkasına alan, kayıtsız şartsız Batıcılığı savunan
zihnîyetin faşist dayatmaları karşısında yetersiz kalmıştır.”
Tanzimat’la hayatımızın bir paçası hâline getirilen Batılılaşma, Cumhuriyet’le
topluma yeni kimlik tarif etme, yeni bir zihin ve kültür iklimi oluşturma,
geçmişle ilişki kurmayı mümkün kılacak tüm imkânların devlet eliyle ve yasayla
biçimlendirme yoluyla “fikrî, zihnî ve medenî” çorak ortamı inşa etti.
İnsanî ve insana dair değerli tüm özel alanlar, fikirler, aidiyetler, Meşrutiyet ve
Cumhuriyet tarihinin siyasi organizasyonları aracılığıyla siyasal/pragmatist
çıkarlar için yeniden tarif edildi. Kutsalları ve toplumun yaslandığı temel dayanakları
araçsallaştıran siyaset kurumu, elde ettiği siyasal güce yaslanarak
hayat piramidini ters-yüz etti ve amaç olması gereken değerli birikimi siyasal
iktidarın payandası yaptı. Değerlerin korunması için araç olan siyaset kurumu
iktidar olma imkânları ile amaç hâline geldi ve insanlığın krizine sebep oldu.
“Fikrî İktidar” tezi, siyasal tercihlerin potasında kaynatılıp melezleştirilmeye
ve unutulmaya bırakılacak gibi duruyor. Siyasal olan; fikrî ve bilimsel olana
tâbi olmaz. Siyasal erk bu ve benzeri argümanları ihtiyaç duyduğu sürece
gerektiği miktarda kullanır. Menderes, Demirel, Özal … dönemlerinde bu tür
söylemlere çokça tanıklık ettik. Bunu mevcut iktidar üzerinden değerlendirmeye
ve mevcut iktidarla özdeşleştirmeye de gerek yok.
Tanzimat'la başlayan Cumhuriyet’in hâkim paradigmasından bir kopuş henüz
mümkün değildir; çünkü iki asırlık "fikrî iktidar" Batıcı "kültürel iktidar"ını
güçlendirerek siyasal etkilerden arındırmıştır. Türkiye'nin yeni siyasal kadrolarının
Batılılaşmış "fikrî iktidar" karşısında tamamen farklı bir pozisyon almasından
bahsetmek, ellili yaşlarını yaşayan neslin tanıklıklarını görmezden
gelmeyi gerektirir. Bugün iktidarın yanında pozisyon alan egemen bürokratik
kadrolar, Batı’da aldıkları eğitim ve kültüre sadakatle Batı kimliğine bürünmeden
Batı yandaşlığı yapmakta ve kendilerinden önceki bürokratik oligarşinin
zihin dünyasının dışına çıkamamaktadırlar. Batılılaşma çıkmazı, geçmişte
kendilerini İslamcı olarak tanımlayan siyasal kadrolar aracılığıyla yeni
bir meşruiyet alanı açmaktadır. Bu yeni paradigma; sayısal/istatistikî-maddî
verilere yaslanarak eğitim süreçlerinde büyük sıçramalar gerçekleştirmiş gibi
görünse de nitelik bakımından yeni bir krize gebedir. Kimi özel üniversitelerde
hâlâ başörtülü öğretim üyesi sorunu vardır ve iktidarın değişmesi hâlinde bu
sorunun tüm üniversitelerde yaşanmayacağının bir teminatı yoktur. Böyle bir
sorun ortada dururken “fikrî iktidar” ne ile gerçekleşecektir?
“Fikrî İktidar” ifadesinin siyasal ve kültürel hafızamıza eklenmek üzere seslendirildiği
üniversite ve diğer üniversitelerimizin yapısal ve fikrî durumu, düşünme
kapasitesi, düşünmeyi düşünerek fikre dönüştürme imkânları var mı?
Mensubu oldukları inancın/dinin sabiteleri bağlamında çağlarının sorunlarına,
krizlerine ve buhranlarına çözüm üretmeleri mümkün mü? Felsefî ve kelamî
mirasımızın kurucuları Kindî, Razî, Rüşt ve Farabî’nin miladi ikinci asırdan itibaren
yaptıkları zihnî ve fikrî tefekkürün 21. asır yorumunu yapma kapasiteleri
var mı? Bu sorulara yeterli ve doğru cevaplar vererek, üniversitelere
düşünce ve felsefe dersleri koyarak ve düşünebilen yeni bir nesil yetiştirerek
“fikrî iktidar”a ulaşmak mümkündür. Doğal bir eğitim süreci ile düşünen ve ülkesi
için fedakârlıkla çalışacak bir nesil yetiştirerek yeni bir zihin ve nesil tarifi
yapacak bir dönüşüme ihtiyaç var. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet’in ilk
kadrolarının başaramadığını mevcut iktidarın ve gelecek siyasal iktidarların
başarması mümkün değildir, doğru da değildir.
Niyazi Berkes, Mümtaz Turhan, Şerif Mardin ve Kemal Karpat "Türkiye
Modernleşmesi ve Batılılaşması"nı sorguladılar. Birileri "iki yüz yıldır niye
Batılaşmıyoruz?" diye sorarken bazıları da büyük çatışmadan ortaya çıkan
fikrî bunalımın ürettiği sorunlara dikkat çekti. Cemil Meriç ve Ahmet Hamdi
Tanpınar "süreklilik, devamlılık" bağlamında bir kurcalama kutbu inşa ettiler.
Fransız İhtilali'nin ulus-devlet-etnisite bağlamında dayattığı devlet fikrînin
çürümüşlüğünü ve yıkıcılığını tedavi edecek temel argümanlara hâlâ sahip değiliz.
Ulus-devlet pratikleri, Cumhuriyet modernleşmesi, dilde gerçekleştirilen
yıkıcılık ve etnisiteyi yok sayma politikaları toplumu kompartımanlara kapatırken;
1960 sonrası siyasal dayatmalara rağmen şeffaflaştırma ve toplumu
barıştırma iklimi gerçekleştirilemedi. Bugün yaşanan fikrî, siyasî, ahlâkî ve
ailevî kırılmaların temelinde çimentosuz inşa edilen yapıların kolay dağılışları
gibi inanca/geleneğe yaslanmayan köksüz ve ruhsuz devrimlerin fıtrata uyum
sağlayamaması var.
Gündem olan “fikrî iktidar” konuşmasında Sayın Recep Tayyip Erdoğan,
“Fikrî iktidarı siyasi kadrolar değil, ilim, sanat ve hikmet insanları inşa eder.
Siyasi kadrolar ancak onlara ihtiyaçları olan zemini sağlar. Dolayısıyla bu konudaki
sorumluluğun bir kısmı bize aitse, önemli bir kısmı da ilim ve fikir
adamlarımıza aittir...” tespitini yaptı. Peki bu mümkün mü? Fikir adamları,
aydınlar, yazarlar, sanatçılar tartışabilecekleri bir iklimde mi yaşıyorlar? Trol
diye tarif edilen medya tetikçilerinin egemen oldukları bir ortamda, düşünebilen
insanların ideolojilerine takılmadan bu soruya evet denmesi pek mümkün
görünmüyor.
2023 yılına yaklaştığımız şu günlerde, Türkiye'ye karşı kurgulanan ilkel Haçlı
İttifakı Akdeniz'de, Ege'de, Orta Doğu coğrafyasında ve Kafkasya'da yürürlüğe
konmuştur. Roma İmparatorluğu'ndan bin dört yüz yıl sonra yeniden dünya egemenliğinin
biricik sahibi olma iddiasındaki Batı, emperyalist dürtüleriyle dünyaya
ve insanlığa adil olmayan bir gelecek vadetmektedir. Türkiye’nin, insanları eşit
kabul etmeyen bir dünyada siyasal varoluşunu kuvvetlendirirken içeride “fikrî iktidar”
enstrümanlarına yatırım yapma çabalarını artırması doğaldır; ancak kısa
vadede gerçekleşmesi mümkün değildir. Dış etken ve müdahaleleri görmezden
gelsek bile Tanzimat’tan bu yana gerçekleşen fikrî kırılmaları ve melezleştirme
merkezlerine dönüştürmek için özel bir iradeye ihtiyaç vardır. Bu güçlü iradenin
grileşen siyasal alanda ortaya konulması neredeyse imkânsızdır. FETÖ darbe girişimiyle
oluşan siyasal iklim melez, gri ve belirsizdir. Muhafazakâr Demokrasi’ye
yaslanan siyasal iktidar, milliyetçi unsurlar ve ulusalcı güçlerle gayrıresmî bir koalisyon
kurmaya mecbur kalmış ve siyasal ortam grileşmiştir. Bu tespit Türkiye
ve komşularıyla sınırlı değildir; günümüz dünya siyasal iklimine de küresel-muhafazakâr
dünya görüşü egemendir ve uluslararası ilişkiler tüm ülkeler için olumsuz
bir hâle gelmiştir. Nefes aldığımız tarihî kavşakta sorun, uygarlıklar arasındaki
farklılıklar değil artık. Bu ortamda “fikrî iktidar” kavramsallaştırması cesur ve iyi
bir temenni olarak zihin dünyamızda yer edinecektir.
**
Medeniyet, kültür ve Türkçenin sosyal medya, yazılı-görsel medya aracılığıyla
soysuzlaştırıldığı, bozguna-soykırıma ve tehcire maruz bırakıldığı bir
zamanda Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği yönetimi hikâye alanında yeni bir
dergi ile “Kültür İklimi”mize merhaba dedi. Hikâye-öykü karmaşasının yaşandığı
yazı dünyasına Olağan Hikâye ismiyle giriş yapan derginin Genel Yayın
Yönetmeni Yunus Emre Özsaray, çıkış amacını “Olağan Hikâye dergisi bir nevi
tesviye görevi görsün istiyoruz. Yeni kuşağın diline bir katkı olsun, o katkıyla
yeni kuşak geçmişin birikiminin farkına varsın gibi bir niyetimiz var. O yüzden
de hikâye adını dergimizde kullandık" sözleriyle derginin çıkış amacını anlatıyor.
Hayırlı olsun.
**
Fransa Cumhurbaşkanı Makron’un (Macron), son zamanlarda İslam’a ve Müslümanlara
yönelik ayrıştırıcı, ötekileştirici, tahkir edici açıklamalarını insanî ve
ahlakî bulmuyor, İslam’a dair yaptığı “din mühendisliği tarifinin” emperyalist düşünüş
kalıntılarının açığa çıkması olarak okuyor ve lanetliyoruz. Franz Fanon’un
ifadesiyle “Avrupa’nın refah ve ilerlemesi zencilerin, Arapların, Hintlilerin ve sarı
ırkların ölü vücutları ve akıttıkları ter üzerine inşa edilmiştir. Bunu artık görmezden
gelmeye niyetimiz yok. Haydi arkadaşlar! Yolumuzu değiştirmenin zamanıdır.”
Bu coğrafyada yol değişikliğine öncülük edenlerin olduğu bir çağa erdik. Makron
ve işbirlikçilerinin biricik derdi, yol değişikliğini önlemek. Yolumuz ve yolculuğumuz
bu ayda daha bir kavi yolculuğa dönüşecektir. Yeryüzünü teşrif eden İslam
Peygamberi'nin doğduğu aydayız. Sabır ve sükûnetle daha şuurlu bir idrakle yürüyüşümüze
devam edeceğiz. Akdeniz’de, Ortadoğu’da, Kafkasya’da ve mazlum
milletlerin imdat çığlığının duyulduğu her coğrafyada ayak sesimiz duyulacak.
İnsanın ve insanlığın acısı karşısında hüzünlenen ve merhamet duygusuyla
zalime volkan; mazluma meltem olabilen inanmış insana selam olsun.