Dil ve Edebiyat (182. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
Üzeyir İlbak
Bir Abla Geçti Bu Diyardan: Alev Alatlı
“Helal ile Yasal” arasındaki büyük uçurumun kıyısında duran insanoğluna büyük ve yürekli bir sesle sınır çizen Alev Abla vefat etti. Adını işittiğimde üniversite öğrencisiydim. Son sınıftaydım sanırım. Birkaç yabancı dil bilen iyi yetişmiş bir hanımefendiden söz ediliyordu. Birleşik Dağıtım, Pınar Yayınları uğrak yerlerimiz arasındaydı. Birleşik Dergi’de birkaç kitap tanıtım yazısı yazmıştım. “Aydın Despotizmi” o sıralarda Birleşik’te yayımlandı. Bir solukta okumuş ve arkadaşlarla epey konuşmuştuk. O sıralarda da tanışmış ve Cağaoloğlu’ndan ayrıldıktan sonra bir daha görmemiş; yayınlarını yakından takip etmiştim.
Viva La Muerte! / Yaşasın Ölüm, ‘Nuke’ Türkiye!, Valla, Kurda Yedirdin Beni, O.K. Musti, Türkiye Tamamdır serisi yayımlandığında heyecanla her birini birkaç günde okumuş; Günay Rodoplu ile arkadaş olmuştuk. Kütüphanemde kitabı bulamadım, ama şu tasviri hâlâ zihnimde capcanlı! Şişli Camii’nin avlusundan bir şairin cenaze töreniydi anlatılan. Cenazede dönem aydınlarının (!) tamamı isim isim verilmişti. Davetiyesiz bir toplantı ve herkes görünme derdine düşmüş, cami avlusunda toplaşmışlardı. Vakit namazından sonra musalla taşında toplanan ve cenaze namazına duranlardan hiçbiri cenazeyi tanımıyor, cenazede görünmeye gelenlerden de hiçbiri musallanın yakınlarında değildi. İfade sanki şöyleydi: “Emekli Müslümanlar namazı kıldıktan sonra dağıldılar.” O sıralarda bende iz bırakan şey “emekli Müslümanlar” tarifiydi ve epey kafa yormuştum.
Alatlı’nın 1992’de yayımlanan ve Türkiye’nin dönüşüm hikâyesini anlatan Orda Kimse Var Mı? serisi Beyaz Türkler Küstüler kitabıyla Hâlâ Orda Kimse Var Mı? sorusuyla sonlandı. Günay Rodoplu yaşamıyordu. İlk dört kitaptaki Rodoplu, Alev Abla mıydı; bilmiyorum. Onun kişiliğinde çerçevesini ortaya koyduğu fikirler manzumesi Alev Alatlı’nın bağımsız münevver tipine epey benzer. Mesela bu tespitleri Rodoplu karakterinin lisanıyla anlatır:
[“Olgun ve bütünlüklü kişilik, ben-feragati değil, ben-seviciliği hiç değil, ama ben-muhabbeti, ben-dostluğu üzerine kuruluyor. Kişinin ‘varlık’ını inkâr değil, ‘kabul’ etmesini gerektiriyor. Organik aydınlara teslim olmanın bir de bu tarafı var. Babıâli otuz senedir aynı Babıâli ise kadrolar aynı kadrolar ise bunları besleyen kayıtsızlığın, tepkisizliğin nedenlerini araştırmak lâzım.” Yüzü, bu dünyadan olmayan, adeta transandantal diyebileceğim bir acıyla kasılmıştı yine. Bu hali, bana Therese filmindeki rahibenin çilesini çağrıştırır, iliklerime kadar ürpertirdi. “Türkiye korkunç bir yalan yaşıyor,” diye sürdürüyordu Günay, “Bu, o kadar büyük bir yalan ve bu yalanı o kadar çok insan paylaşıyor ki, gerçek, bir sapığın mide bulandıran tehdidi ya da mahalle delisinin sayıklamaları gibi algılanır oldu! Hiçbirimizin işine gelmiyor! Ne hazin! Elli değil, yirmi yıl sonra, bu dönemi yazmaya kalkan bir tarihçinin elinde bu kalpazanların düzenledikleri sahte belgelerden başka bir şey olmayacak! Tıpkı 27 Mayıs gibi, tıpkı, daha neler neler gibi, 12 Eylül’ün de içinden çıkılamayacak. Mazlumların ebediyete intikal etmek gibi, ‘meçhul asker’ anıtları gibi bir avuntuları da yok!” Elini uzattı, elimi tuttu, orada olduğumdan emin olmak ister gibi, teşekkür eder gibi hafifçe sıktı. Büyükçe, sıcak, yumuşak bir eldi, kadınlara ilişkin bunca yıl biriktirdiğim bilgileri tarumar ediyordu, “Yassıada mazlumları, sizi bu tarafa, Büyük Millet Meclisi’ne alalım, efendim; Barış Derneği mazlumları sizler lütfen SHP’ye! Fiili livata kurbanları, siz ıslah olmaya bakın ve bu meyanda SHP’yi desteklemeyi unutmayın ki, demokrasiyi koruyalım! Sayın Joan Baez, ölülerimizin türkülerini de siz söylersiniz artık. Buyurun, AKM’yi size tahsis ettik, efendim”].
Burada Cağaloğlu, kültür iktidarı çevrelerini, sol ve diğer lümpen aydınları anlatıyor -gazeteler de o yıllarda Cağaloğlu ve civarında yayımlanırdı. Alev Alatlı, o yayın sahiplerinin gazeteciliğini “kalpazanların düzenledikleri sahte belgeler” olarak tanımlıyor.
Alev Alatlı’ya bir giriş yazısıyla veda etmek epey zor bir mesele. Bir fahri doktora törenindeki ilk dersinde Türkiye ve dünyaya dair umudunu yitirdiğini çünkü mesnetsiz önyargıların, bağnazlıkların, tutucu akademik şablonların galip gelmeleri gerektiğini; ancak bu ve benzeri ilkelliklerin gittikçe çoğaldığının altını çizdikten sonra, “Barışın tekâmülünü beklerdim; ırkçılığın hortlamasını değil. İnançlara saygılı insanlar beklerdim; İslamofobik fanatikler değil. Her türlü oburluğun itibarsızlaşmasını beklerdim; müfrit tüketimin gezegeni kurutmasını değil. Yaşam biçimlerine saygılı demokrasiler beklerdim; oturdukları yerde ellerinde cetvel, kalem sınırları belirleyen Gertrude Bell’ler değil. Nükleer silah yapımından artan bilimin iyiliğin hizmetine tahsis edileceğini ummuştum; kimyasal silahların mükemmelleştirilmesini değil. Merhametti umduğum; CIA’in geliştirilmiş sorgulama teknikleri değil. Hele de bu gelişmiş sorgulama tekniklerinin Amerikan Kongresi tarafından onaylanması hiç değil. Bilge siyasetçiler bekliyordum, Doğu’dan, Batı’dan… Trump misali ‘Bitirim Başkanlar’ değil. Hâsılı insana hizmete odaklanan teknolojilerin revaç bulmalarını umuyordum; insanı düzenin kaynaklarına indirgeyen ideolojilerin değil.” diyor.
Alev Alatlı, Balkanlardan Anadolu’ya gelen ve Anadolu’da bir ışık halesine dönüşen neslin önemli temsilcilerindendi. Düşünce iklimi Evlad-ı Fatihan’dan Mehmed Âkif Ersoy, Yahya Kemal ve Cemil Meriç’le benzerlik gösterir. Kültürel derin bir bağla Anadoluludur bu isimler ve bu isimlerin yanına rahatlıkla Alev Abla da not edilmelidir.
Alev Alatlı çalışmalarında Batı düşüncesine de önemli eleştirilerde bulunur ve itirazlar yapar. Ona göre: “Batı kul hakkı öğretmez. Öğretmiyor. Modern Sosyoloji -modern tırnak içinde-, siyaset biliminin, ilmî iktisadın ya da resmî tarihin müfredatında insanı insan yapan hasletlerin yeri yoktur. Onur, görev, sorumluluk, cömertlik, zarafet, merhamet, inayet, cesaret, erdem gibi hasletlere ne Harvard’ta ne Yale’de ne Cambridge’te sertifika vermezler.”
Alev Alatlı’nın bütün yazdıkları unutulsa bile Bize Yön Veren Metinler ve Batıya Yön Veren Metinler serisi bu coğrafyada münevver olma sancısı taşıyan herkes için başvuru eserleri olacaktır. Alev Abla “Dünyanın hangi dilinde ‘canın sağ olsun’ var? Dünya bize göre yönetilseydi, bu kadar kötülük olmazdı.” demişti. Dünyanın fikrî, zihnî ve ekonomik olarak yağmalandığı bir çağda “yasal ile helal” arasındaki ince nüansa net bir hat çizen ülkesinin ve değerlerinin sevdalısı Alev Alatlı, Filistin meselesinin de duyarlı bir kalbiydi. E. Said’in Filistin'in Sorunu isimli kitabını tercüme etmiş ve Filistin davasına katkılarından dolayı Yaser Arafat tarafından özgürlük madalyası ile ödüllendirilmişti. “Dünya Nöbeti”ni bitirdi. Ruhu şad olsun ve rahmet olsun.
Ve Mario Levi de Göçtü
İstanbul Bir Masaldı Mario Levi'nin en önemli eseri olarak kabul edilir. Bir İstanbul âşığıydı. Romanında Yahudi bir ailenin İstanbul'daki hayatını anlatır. İspanya Seferatlarındandı ve ailesi beş yüz yıllık İstanbulluydu. Göç şehri İstanbul'da kendisini evinde hissettiğini ama aramaya devam ettiğini yazardı. Üniversite öğrenimi Fransız Dili ve Edebiyatı olan Levi, bir söyleşisinde: “Fransızca yazabilirdim. Yazsaydım da işim çok kolaylaşırdı bir dünya yazarı olmak açısından. Bunu tercih etmedim. Zor yolu seçtim belki ama kendi doğallığı içinde gelişti bu. Çünkü çocukken sokakta hangi dilde top oynamışsan, gençken hangi dilde ilk aşkını yaşamışsan, çok kızdığında hangi dilde sövmek geliyorsa içinden, o dil senin dilindir ve o dil Türkçeydi. O sebepledir ki, kendime hep şunu söylüyorum, benim en derin vatanım Türkçedir.”
Mario Levi, TRT 2'de yaptığı “Muhayyelat” programı ile İstanbul'un mekânları üzerinden şehrin çok kültürlülüğünü, kozmopolit yapısını, bir arada yaşama ve farklılıkların birbirine aşina olma şuurunu muhteşem bir anlatıyla ortaya koymuştur. Galata Mevlevihanesi ve Şeyh Gâlib'le, Galata Kulesi'nin gizemi, cami, sinagog ve kiliseleriyle İstanbul yeniden dile gelir. Beylerbeyi'ni tarihin derinliklerinde yaşayacağınız bir semt olarak seyreder ve dinlersiniz. Ahşap evlerin Boğaz sularına tanıklığı da ordadır. Sultanahmet meydanında çeşmelerle muhabbete davet eder. Hipodrom ve Ayasofya'nın arkaik tarihi de vardır orada. Üsküdar meydanı, çeşmeler ve şehir yeni bir hissiyatla anlatılır. Semtleri daha önce yazan yazar ve şairlerle kol kola gezdirir Levi. Yahya Kemal, Tanpınar, Orhan Veli ile daha pek çok yazar ve şairle İstanbul’u keşfedersiniz.
Mario Levi yerli bir sesti. Gök kubbede hoş bir seda bırakarak gitti. Taksiratı affola.