Dil ve Edebiyat (73. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
Editörden
Hüseyin ALTUNTAŞ
Değerli Okuyucularımız! Aklın ve duyguların farklı oranlarda örüntülenerek meydana getirdiği iç
dünyamıza şairlerimiz “gönül” demiş ve bu sözcüğü konu edinen nadide
şiirler yazmışlar.
Bir leyl-i inşirâha kavuşmaksızın Kemal / Yandın ilâ-nihâye, remâd olmadın gönül!
Osmanlı kültürüyle yetişip Cumhuriyeti de yeni yönelimleriyle kabul edip benimseyen
Yahya Kemal, geçiş döneminin bütün özelliklerini taşıyan o ahenktar şiirlerinden
birinde gönle böyle hitap ediyor. Ne var ki, geçiş döneminin radikal Batıcıları,
bayrağımız kadar bizim olan dilimizi de sorgu suale tabi tutmuş, kafatası ölçümlerine
benzer usullerle Türkçeliklerini ispatlayamayan özbeöz kelimelerimizi “istenmeyen
kelime [verbum non grata]” ilan etmiştir. Bu pervasız yaklaşım sonucu, dilimize
yerleşmiş Arapça ve Farsça kökenli birçok kelime önce yazı dilimizi, sonra da konuşmalarımızı
terk edip gitmiştir. Tabii, onlarla beraber yitip giden binlerce deyim,
deyiş ve kavram ise duygu ve düşünce dünyamızın hissedilir düzeyde zayıflamasına
neden olmuştur. Kendi kültür ve medeniyetimizin kodlarını taşıyan sözcüklere reva
görülen bu kıyım ve vefasızlık, milletimize derin bir ayrılık acısı yaşatmıştır.
Âheste çek kürekleri, mehtâb uyanmasın / Bir âlem-i hayâle dala n âb uyanmasın
Âguş-ı nev-bahârda hâbîdedir cihân / Sürsün sabâh-ı haşre kadar hâb uyanmasın
Yahya Kemal’in en güzel gazellerinden birine ait şu güzelim mısraları doğru
dürüst anlayamayan bugünkü nesiller ne kadar şanssızdır! Koca bir medeniyetin
içinden süzülüp gelen ve her tınısıyla Türkçemizin zarafetini ve derin anlatım gücünü
taşıyan böyle bir şiir yeteri kadar anlaşılmazsa, o şiirin henüz alfabesi bile
çözülememiş Maya yazıtlarından ne farkı kalır? Dilimiz, atan bir kalp gibi, her an
canlı, her an zihnimizi harekete geçiren aktif tefekkür kaynağımızdır.
Cumhuriyet’in kurucusu ilk nesil, belki yıllardır süregelen mağlubiyetin verdiği
eziklikle, belki de Batı’nın hışmını bir nebze olsun engellemek düşüncesiyle, medeniyet
dilimizin oluşma evrelerini adeta tersine çevirerek adım adım Türkçemizi ilk
günkü yalın ve yoksul haline, bin yıl önce Orta Asya steplerinde konuşulan dar, sığ
ve kapsamsız haline geri çevirmeyi çare saymış olmalılar. Böylece kaybettiğimiz
her bir karış toprakla beraber, bu coğrafyanın anlam derinliklerine kök salmış bir
kelimemizi, deyim ve deyişimizi de o süreçte yitirmiş olduk. Orta Asya’dan Avrupa
ovalarına ulaşana kadar engin bir nehre dönüşen medeniyet dilimiz, Cumhuriyet’in
bu tercihiyle tekrar asıl yatağına çekilme, böylece aldığı kelimeleri, deyim ve deyişleri
tekrar geri vererek engin bir nehirden sığ bir dereye dönüşme sürecine sokuldu.
Osmanlı Türkçesi dersleri etrafında koparılan fırtına, bu tarihi sürecin ve sonuçlarının
tahlilindeki farklı perspektifleri yansıtıyor. Ahmet Haşim “Melali anlamayan
nesle aşina değiliz” der. Bir medeniyet dilinin göz göre göre zayi edilişinden melal
hissedemeyenler ne bu medeniyet davasını anlayabilir ne de medeniyet dilinin bu
milletin kimliği olduğunu…
Kasıtlı olarak Osmanlıca denen ve bu şekilde kavramlaşan dil, medeniyet dilimiz
olan Osmanlı Türkçesidir. Kararlaştırılan uygulama ise eskiyi yeninin yerine geçirmek
değil, eskiyi de anlamayı mümkün kılacak bir “dili zenginleştirme” ameliyesidir.
Bu konuyla ilgili olarak Üzeyir İlbak’ın kaleme aldığı “Aydınımızın Osmanlı Türkçesiyle
İmtihanı” başlıklı yazıyı özellikle okumanızı tavsiye ediyoruz.
Daha güzel bir dergide buluşmak dileğiyle…