Olağan Hikaye (1. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
Yalan Değil Gerçektir Ben de Gördüm Tozunu
Gerçekliğin yeniden ve hararetle tartışılmaya ihtiyacı var diyoruz.
Neden mi? Bir geriye dönüş için değil. Postmodernizm tartışılmaya
başlandığında açlığını çektiğimiz büyülü bir evren, simülasyon bir hayat
vardı ekranlarda. “Evinize koşun, atariyle coşun,” “Şimdi sokaklar
bomboş” gibi sloganlarla Türkiye’de ilk atari reklamı 1983 yılında yayımlanmıştı.
Sokakların boşalması gerekiyordu çünkü 60’lara kadar
kendi işinde gücünde olan halkın çocukları sokaklara çıkmış ve sokaklar
fazlasıyla yorulmuştu. Turgut Özal, 80’lerde bir oyun konsolunun
karşısında poz verdiğinde bundan sonraki dönemde simülasyonun
hayatın gerçekliğine dönüşeceğinin ilk işaretini vermişti. Dünya,
yeni binyıla simülasyonun kanıksandığı bir gerçeklik algısıyla girecekti
ve biz de bu simülasyonda yerimizi almalıydık. Bunu erken dönemde
ele alan hikâyecimiz Orhan Duru’yu anmadan geçemeyeceğiz. Bir
simülasyonun içinde yolunu kaybeden ihtiyarın hikâyesini anlattığı
Ütopia ve Videomachies öykülerini yazmasının üzerinden neredeyse
30 yıl geçti. Bu süreçte her şey daha başka bir hâl aldı. Başlangıçta
vitrinlerden izlenen simülasyon, hayatın tam ortasına girdi. Sokağın
acı gerçeğinden kaçıp simülasyonun aldatıcılığında terapi olmak isteyen
insan hissediyoruz ki buna fazlasıyla doydu.
Postmodernizm, yalan dünyanın sanal olduğuna inandırdı bizi; ideolojiler,
kavgalar, katı olan her ne varsa buharlaşıp uçmalıydı, uçtu. Bu
görünüşte iyi bir şey. Ne var ki yalan olan dünyanın ardında bir hakikat
işaret edilmeliydi bize. İşte boşluğa düştüğümüz nokta da tam
burası oldu. Postmodernizmin kendini tüketmeye başladığını hissettiğimiz
bir dönemde ironik bir şekilde hakikat eşiği aşılmışçasına
hakikat ötesi “Post Truth” gündeme geldi. Hakikat diye bir şey yoksa,
dünya yalansa ve bir boşluğa yuvarlanıyorsa insan, büyük anlatılar
buharlaşıp uçtuğunda, hakikat ötesine göre herkes kendi kozasında
kendi gerçekliğini örmeliydi.
Newton’un kafasına elma düşmesiyle başlatır ya kimileri modernizmi,
insan bu elmanın düştüğü dal üzerinde oturarak geçirdi modern
zamanları. Sonra bindiği dalı kesmeye başladı postmodern zamanlarda.
Daldan düşüp hakikatle yüzleşse iyiydi, lâkin düşmedi, düşmeyince
öteledi hakikâti. Boşlukta asılı kaldı. Yetmedi, bir de asılı olduğu
yerin boşluk olmadığına herkesi inandırma evresine geçti bu defa.
Görünüşe bakılırsa inandırdı da. Dünyanın artık farklı bir mecraya ve
yeni bir döneme girdiğinin, algı yönetiminin her zamankinden daha
önemli hale geldiğinin farkındayız. Farkındayız ve biz hayata boşlukta
asılı kalan insanın gözüyle değil de yere düşüp hakikatle yüzleşen
Nasrettin Hoca’nın gözüyle bakmayı istiyoruz.
İşte tam da böyle bir dönemde gerçekliği her zamankinden daha fazla
ve her yönüyle tartışmaya ihtiyacımız olduğunu hissediyoruz. Bunu bir
karşı çıkış, yel değirmenleriyle savaş olarak yapmıyoruz, her şeyden
önce bunu kendimiz için yapıyoruz. Boşluğun öyküsü, hiçliğin, anlamsızlığın
değirmenine su taşımaya devam etmesin diye, o rüzgarda
sallanmayalım, ayaklarımız biraz yere bassın diye. Anlamın boşlukta
salınması ilk başlarda cazip gelse de artık sıkıcı olmaya başladı. Kahraman
uzun süredir asılı kaldığı yerden kurtulmadan hikâye sıkıcılıktan
kurtulamayacak. Artık hikâye devam etsin.