Dil ve Edebiyat (189. Sayı)
Dergi Ücretsizdir
2024 Yaz: Büyük Acılar Anıtı
ÜZEYİR İLBAK
[email protected]
İsmail Haniyye: Şehit!
Bin yıldır atalarının egemen olduğu ve yaşadığı Filistin topraklarında mülteci olarak dünyaya gelen, işgal altındaki vatan toprağı özgür olsun diye yaşadığı sürece mücadele eden, hapsedilen, Siyonist İsrail’in zulüm odalarında insanlık dışı işkencelere maruz bırakılan İsmail Haniyye; serbest mülteci olduğunda(?) sürgün edildi ve sürgün yılları dâhil hayatının her anını inandığı dava ve özgür bir Filistin için çalışarak anlamlandırdı. Yaşadığı sürece şehadete yemin etmiş bir Müslümandı ve her nefeste şehadeti bekliyordu. Yaşarken daha fazla can yitirilmesin diye bölgede barış ve ateşkes müzakereleri sırasında çocuklarının ve torunlarının şehadet haberleri verildiğinde; torunlarının, hiçbir Filistinli çocuktan daha ayrıcalıklı ve farklı olmadığını söyleyerek müzakerelere dönme iradesi ortaya koyan bir liderdi. O, bölgede asla huzur ve barış istemeyen Siyonist İsrail ve destekçisi ülkelerin istihbarat birimlerinin işbirliği ile Tahran’da şehit edildi. Özgürlük ve onur savaşçısıydı. Şehadetiyle Hz. Hamza, Mute Savaşı kahramanları ve Selahattin Eyyubi’nin şehit kardeşleri ile Kudüs yıkılmasın diye ayrılan son Osmanlı gazileriyle şehitlik ufkuna yükseldi. Şehadeti Müslümanların uyanış ve yeniden diriliş muştusu olsun.
“Önden Gidenler” kervanını düşünürken
Bir neslin kalan son temsilcileri birer birer aramızdan ayrılıyorlar. Gidenlerin ardından eleştirel sert sesler de işittik ve gördük. Eleştirenler, bulundukları noktada eleştirdikleri metin sahiplerinden edindikleri birikimle; onların yazdıkları zamanların “zor zamanlar” olduğunu idrak etmeksizin bu uygunsuzlukları yaptıklarını düşünüyorum. “Önden Gidenler” eleştirilemez demiyorum. Olması gereken onlara, yaşadıkları zaman aralığındaki imkânlar ve özgürlüklerin sınırlılığı üzerinden bakabilmektir.
30’lu ve 40’lı yıllarda doğup kültür ve medeniyet birikimimizi görünür kılmaya yönelenler; kullanabilecekleri bir dil ve yeterli kelime bulamadılar. Alfabe değişikliği ve dilde sadeleştirme soykırımı ile kültür ve medeniyet burçlarının yerle bir edildiği çorak ve verimsiz bir kültür ortamına doğmuşlardı. Cemil Meriç’in Mağaradakiler isimli eserindeki ifadesiyle “Harf devrimi kütüphanelerimizi dilsizleştirmişti. Tek parti, çelik bir korse giydirmişti şuura.” Meriç’ten emanetle düşmanın teslim alamadığı tek kale “hâfıza yâni dil, harf inkılabıyla yok edilmiş; kütüphaneler tuğla yığınına dönmüş, dilsizleşmiş ve irfanımızı kadimle ilişkilendiren köprüler uçmuştur. Hiçbir ülkenin eşine rastlamadığı bir vandalizme inkılâp adı verilir” ve aramızdan ayrılan o dönemin öncüleri böyle bir vasatta yetişirler. 70’li yıllarda dil ve kültürde dayatılan vandalizmin son kırıntılarına 1950’li ve 60’lı yıllarda doğanlar da maruz kaldı. Son temsilcilerini uğurladığımız ve İslamcı, dindar, muhafazakâr, milliyetçi, Hareket çevresi ile irtibatlandırdığımız nesli eleştirirken kültür ve medeniyet değişimi sürecinde tedavi edilme adına aldıkları serumla hayat boyu süren bir komada uyandıklarını göz ardı etmemek gerek (ki ben de zaman zaman eleştiri kantarının topuzunu kaçıranlardanım).
Batı, kültür ve medeniyetiyle ilişki kurmak için kutsal metinlerinden hareketle dillerini ihya ederken; bu coğrafyada kendilerini aydın olarak niteleyenler ve 20. yüzyıl başında devleti yeniden yapılandıranlar dilde tasfiye ve kelimesiz bir dünya kurmaya yeltendiler (başka bir yazının konusudur).
Kâmus ve Âkif’le Yaşayan D. Mehmet Doğan
D. Mehmet Doğan ağabeyin vefat haberini aldığımda internet ve telefon bağlantısının sıkıntılı, televizyon yayınının olmadığı bir orman kampındaydım. Sanırım akşamüzeri kasabaya indiğimde telefona düşen mesajlardan öğrendim. Rahmet olsun.
1930 ve 1940’lı yıllarda doğan; 1950-1960 sonrası doğumluların düşünce dünyalarının inşasında etkili olan üstatlar ve ağabeyler peyderpey aramızdan ayrılıyorlar. Merhum Erdem Beyazıt ağabeyin “Onlar gittiler/Yalnız bir yemin kaldı aramızda/Ben şimdi bu yanda/Kasılmış çıplak bir kurşun gibiyim/Namluda.” dediği “Tek Parti Zulüm Çağının” direnen ve itiraz etmenin yolunu açanlar gidiyorlar. Kitaplarından kütüphaneler kurduğumuz ve tanışıp yararlandığımız mücadele erlerinin isimlerini burada yazmaya başlarsam bu yazının boyutu o listeye yetmeyecektir. Necip Fazıl ve Sezai Karakoç’la başlayan Cemil Meriç’le devam eden kültürel yolculuk Yedi Güzel Adam listesinde zikredilen ve 1975 sonrası “Türkiye’nin Dil Meselesi”ne yoğunlaşan Türk Edebiyatı ve Tercüman Gazetesi çevresindeki hocalarımdan pek çoğunu tanımak, istifade etmek ve cenazelerine katılmak bizim neslin yazgısı oldu. Bu üzücü haberlerin son öznesi D. Mehmet Doğan oldu.
Tenhada, tenha yaşamak için gittiğim inziva sığınağında büyük kavgaların ve belgeli kültürel yıkım tarihine yaptığı itirazla; 1975 yılında “Batılılaşma İhaneti”ni ifşa ederek hayatımıza giren ve kopardığı fırtınalarla yazarlık yolculuğuna devam eden bir mücadele adamına daha veda etmiştik. 1980’li yıllarda tanıdım. Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği ve Türkiye Yazarlar Birliği ile Ankara’da “Anayasa’nın Dili Sempozyumu” ile “Yunus Emre ve Türkçe Yılı Münasebetiyle Türkçe Şûrası”nı birlikte yapma imkânı bulmuştuk. Derneğe konferansa davet ettiğimizde de üşenmeden İstanbul’a gelmişti. Dil ve Edebiyat dergisi için yazı istediğimde de desteklerini esirgememiş bir ağabeydi.
Dil hassasiyeti ve kültürel soykırımla maruz kaldığımız kopuşları ıslah etme derdindeydi. Yetmişli yıllarda yüksek sesle başlattığı itiraz ve eleştirilerini muhafazakâr-dindar iktidar döneminde toplumu evlerine hapseden korona salgını günlerinde de yapmayı sürdürmüştü.
“Her pandemi kelimesi geçtikçe, her izolasyon denildikçe, filyasyon ekipleri oldukça sorulacak soru”ları vardı ve hangi gerekçe ile olursa olsun dilde züppeleşmeye itiraz ediyordu. Şartlar ne olursa olsun türedi ve sentetik bir dille kültür ve edebiyat ortamı inşa edilemezdi. O Ankara’da kurumsal medeniyet, kültür ve edebiyatın kapısıydı. Türkçe konusundaki hassasiyetini “dil giderse kültürümüz gider” üzerine bina etmiş; siyasi/ideolojik duruşunu da İslâmî duyarlılıktan uzak düşmeyen, Türkî coğrafyayı kucaklayan bir milliyetçilik olarak tarif etmek mümkündü. Rahmet olsun.
Ersin Nazif Gürdoğan da gidenler kervanında.
Prof. Dr. Gürdoğan, bütün birikim ve sıfatlarından arınarak “Görünmeyen Üniversite” kampüsünden hayata bakanlardandı. Coşkulu ve içtendi. Pek çok söyleyişine itiraz edenlerdendim. Ona göre fikirlerimden dolayı “dikkat edilmesi gereken” biriydim. Dinleyenler “müspet manada” alsa da o “sufî dindarlıktan meşeyi değerlendiriyordu”. Birlikte Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Mavera dergisi toplantıları yapmış, gençlere hitap etmiştik. Son olarak merhum Rasim Özdenören ile ilgili evinde Zafer Acar ve Aykut Nasip Kelebek’le uzun bir söyleşi yapmış, yerimizin darlığı ve anlattıklarının ağırlıklı olarak “hatırat” kabilinden şeyler olmasından ötürü yayınlayamamıştık. Sonraki karşılaşmalardan bundan dolayı gönül koyduysa bile hissettirmedi.
Nazif Hoca, 20. yüzyılda yaşamış Yunus Emre, Mevlâna ve Hacı Bektaş-ı Veli’nin mücessem bir örneği idi. Rumî’nin muhafazakârlar arasında klişe haline gelmiş meşhur pergel metaforu her sohbetin başat söyleviydi. “İnsan bir pergele benzer. Onun bir ayağı tıpkı bir pergel gibi kendi köklerinde, medeniyetinde ve mefkûresinde sabit kalmalıdır, öbür ayağı ise bütün dünyayı gezmelidir.” Bir de Ahmet Hamdi Tanpınar üzerinden Yahya Kemal’den nakledilen şu metaforu sürekli vurgulardı. «Tanpınar, Yahya Kemal’e: ‘Üstad, bu millet Viyan’a kapılarına nasıl gitti?’ Cevap ise şu şekildedir: ‘Pilav yiyerek ve Mesnevî okuyarak’.” Hayatı, insanı, medeniyeti, kültürü ve dünyayı hep buradan okudu. Mesela Fatih Sultan Mehmet ile Akşemsettin arasında yapılacak bir tercihte, tercihi Akşemsettin olurdu ve onun örnek alınmasını isterdi.
Dil ve nezaket konusunda da hassasiyet sahibiydi. Dil ve Edebiyat dergisiyle olan ilişkimden dolayı hemen her çay sohbetinin vazgeçilmez konularından biri “gül alırlar, gül satarlar, gülden terazi tutarlar.” deyişi üzerinden dile atıf yapması olurdu. En sert itiraz ve eleştirilere o kadar içten ve nezaketle karşılık verirdi ki siz iddialarınızı sürdüremezdiniz. Ötekileştiren, olumsuzlayan ve argo kelimelerle birilerinin ‘canlarına okuyan’ biri değildi.
Ersin ağabey samimi ve coşkulu biriydi. Mavera dergisinin kurucuları arasındaydı. Orada seri olarak yazdığı “Görünmeyen Üniversite” başlıklı metinler kitap olarak yayınlandığında epey karşılık bulmuştu. Ersin Hoca’yı anlamak ve tanımak için “İki Dünyanın Hesaplaşması” bize epey malzeme verir. Hatta Hantington’un “Medeniyetler Çatışması”na bir cevap ve bu cevabı yazanlara dair epey malumat bulursunuz. Kitapta bize özetle şunları söyler: “Sınırların önemini yitirdiği 21. yüzyılda dünyada ülkeler değil kültürler savaşıyor. Büyük dinlerin 4000 yıllık tarihlerinde açıkça gözlendiği gibi savaşları kazananlar omuzlarında silah taşıyanlar değil, ellerinde kitap tutanlar olmuştur. Silahların başarısı geçici, kitapların başarısı ise kalıcıdır. İki dünyada da kurtuluşa ermek için kitaplarla gönülleri kazanmak, silahlarla ülkeleri kazanmaktan daha önemlidir. Batının güneşi batarken, doğunun güneşi doğmaktadır. “İki Dünya Arasında”ki yeni bir hesaplaşma döneminde belirleyici olan ekonomiden önce kültürdür. Kültürsüz ekonomi ilkesiz, ekonomisiz kültür etkisiz olur.” Hoca’ya göre “Türkiye’nin geleceği ve ölümsüzlüğü Avrupa’da değil, Anadolu insanının bin yıllık tarihindedir. Bunun için (Erdem) Bayazıt, Anadolu insanına ‘Dünyanın kalbini dinle geliyor adım adım/Dallar meyvaya dursun toprak tohuma dursun / İnsan barışa dursun selâma dursun zaman/Sabır savaş zafer. Adım: Müslüman’ diye seslenir. Ölümsüzlüğü yakalayan bilge şairlerin şiiri, Âdemoğullarının dört bin yıllık tarihinin derinliklerinden gelen ve bütün insanlığa yapılan çağrıdır.» der. Hesaplaşmayı Habil ve Kabil anlatısı üzerinden başlatan ve dünyada hoş bir sadâ bırakan “Görünmeyen Üniversite”nin Hoca’sına rahmet ve dua.
Ve Meçhul Bir Kahraman: Sudanlı Hasaneyn
Bosna mücadelesinin meçhul kahramanlarından Sudanlı Bilge Müslüman Dr. Hasaneyn de gidenler kervanında sessiz yürüyüşünü gerçekleştirdi.
Avrupa’nın orta yerinde Viyana’ya çok yakın Bosna’da gözetim altında soykırıma maruz kalan Bosnalı kardeşlerimizin lideri Aliya’nın yanında ve mücadelesinde yer alarak ömrünü vakfeden Dr. Fatih Ali Hasaneyn de dünya nöbetini tamamlayarak Eyüpsultan Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Rasim Özdenören ve önden giden diğer dost ve ağabeylerin istiratgâhı olan hazireye defnedildi.
Vefatından sonra kendisine dair öğrendiklerimiz, yaşarken bilmemenin ve tanımamanın utancıyla yüreğimizi burktu. Edindiğimiz kısa bilgileri burada paylaşarak duaya katılmanızı sağlarsak gönüller ferah bulur diye düşünüyorum: Hasaneyn, Yugoslavya başta olmak üzere Osmanlı bakiyesi Balkan coğrafyasında önemli hizmetlere imza attı. 1966 yılında Yugoslavya Müslüman Öğrenciler Birliği’ni kurarak başladığı çalışmalarını 1987’de Avusturya-Viyana’da kurduğu Doğu Avrupa İslam Meclisi çalışmaları ile sürdürdü. Yunanistan, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Romanya, Polonya … ve daha pek çok Doğu Avrupa ülkesinden Müslüman bu mücadelede yer aldı.
Uzun yıllar Aliya’nın danışmanlığını üstlenen ve Bosna direnişi sırasında Aliya’nın dünya Müslümanları ile ilişki kurmasını sağlayarak silah ve para temin eden kişilerin başında geliyordu.
Hasaneyn’nin önemli hizmetlerinden biri de Kuran’ı Boşnakça, Arnavutça, Bulgarca ve Çekçe’ye tercüme edilmesine ve dağıtılmasına öncülük etmesiydi. Yıllarca aramızda sessizce yaşayan ve Eyüpsultan’da bize komşu olarak yeniden diriliş gününü bekleyen Hasaneyn, dünya hayatını en diri yaşamış Müslümanlardandı. Rahmet ve dua.